İçeriğe geç

Hanım filmi ne anlatıyor ?

“Hanım” Filmi Ne Anlatıyor? Nostaljinin Sıcak Battaniyesi Mi, Yoksa Sınıfsal Körlüğün Estetik Maskesi Mi?

Ben bu filme kızgınım — çünkü “Hanım”, tam da en kırılgan yerimize, geçmişe duyduğumuz o tatlı acıya dokunurken bir yandan da bugünün seyircisini rahatça sırtını yaslayacağı bir koltuğa oturtuyor. O koltuk, İstanbul’un kaybolan zarafetinin vitrininde parlıyor; ama vitrine bakarken vitrinin ardındaki emeği, yoksulluğu, sınıf gerilimlerini fluya itiyor. Evet, Halit Refiğ imzası; evet, Yıldız Kenter’in çıplak bir zarafetle kurduğu o sarsıcı yalnızlık alanı. Fakat tüm bunlar, filmin muhafazakâr nostaljiye yaslanan ve kadın bedenini “asil yalnızlık” alegorisine indirgeyen tercihlerini aklamaya yeter mi? Tartışalım.

Önce çıplak gerçek: “Hanım”ın omurgası

1988/1989 yapımı film, Halit Refiğ’in yönetiminde; başrolde Olcay Hanım’ı canlandıran Yıldız Kenter ve Necip Bey rolünde Eşref Kolçak var. Yapıt, Antalya Altın Portakal’da Refiğ’e En İyi Yönetmen ödülünü getiriyor. Hikâye, kocasını yıllar önce bir deniz kazasında yitiren, ölümcül bir hastalıkla yüzleşen Olcay Hanım’ın, öldükten sonra kedisi “Hanım”a kimin bakacağına dair takıntılı arayışını, şehir ve değerler değişirken tutunmaya çalıştığı incecik bir onur çizgisi üzerinden kuruyor. Bu iskelet, filmin hem en vurucu hem de en tartışmalı kısmı. :contentReference[oaicite:0]{index=0}

Hikâyenin kritik düğümleri

Olcay Hanım (Kenter), Osmanlı paşası torunu olmanın taşıdığı görgü ve yalnızlıkla, ölüm teşhisi sonrasında evindeki tek “yakınlık” nesnesi olan kedisini emanet edecek “uygun kişi” arar. Kapıdan giren her aday, aslında değişen İstanbul’un bir yüzüdür: fırsatçı, hoyrat, yeni zamanın pratik zekâsı… Karşısında ise denizin üstünde yaşlanmış bir adam, Necip Bey (Kolçak), son bir seferlik “eski dünyanın” vakarını temsil eder. Final, kedinin ve hanımefendiliğin akıbeti üzerinden, kaybolan bir dünyanın ritüellerine veda gibidir.

:contentReference[oaicite:1]{index=1}

Güçlü yanlar: Sessizliğin retoriği, oyunculuğun çıtası

Kenter’in oyunu, teatral kökenin tüm disiplinini sinemanın yakın planında eritirken, karakterin kırıla kırıla sertleşen onurunu elle tutulur kılıyor; Kolçak’ın bakışlarında ise yoksul bir zarafetin ağırbaşlı umudu var. Diyalogların saydığı kadar, susuşların da anlattığı bir film bu. Orkestrasyon, yüksek kültürün salonundan gelen bir tatla (Cemal Reşit Rey ile Ahmet Adnan Saygun imzalı kullanımlar) sahnelerin üstüne abanıyor; bu tercih, hikâyenin “yitip giden medeniyet” hissini büyütüyor. :contentReference[oaicite:2]{index=2}

Zayıf halkalar: Estetik nostalji, sınıfsal körlük ve “asil acı” romantizmi

“Hanım”, duygusunu inşa ederken sık sık muhafazakâr bir nostaljiye sığınıyor. Eski İstanbul’un “terbiye”sini idealize ederken, bugünün şehir insanını tek boyutlu tiplerle kodluyor: kaba, hızlı, görgüsüz. Peki bu, sinemanın seçici aynası mı, yoksa sınıfsal bir hınç mı? Yoksulluğun gündelik şiddeti fonda kalırken, “hanımefendilik” bir tür karakter zırhına dönüşüyor. Kadın bedeninin hastalıkla terbiye edildiği bir alegori kuruluyor: rahim kanseri, “soy”un ve “devam”ın bittiği yerde, hanımefendiliğin bir estetik nesneye indirgenişinin metaforu gibi işliyor. Bu dramatik seçim cesur olduğu kadar problemli: Kadının varlığı, bakım emeği ve miras (kediye bakacak kişi!) ekseninde rasyonalize ediliyor; özne değil, atfedilmiş değerlerin muhafızı gibi.

Ritmin sorunu: Sabır talep eden değil, sabrı sınayan bir kurgu

Evet, “yavaş sinema” iyi çekildiğinde büyüler. Ama burada zaman zaman ritim, sahnelerin semantik ağırlığını taşımıyor; estetik tekrarlar ve betimleyici planlar, dramatik ilerlemeyi askıda bırakıyor. Şehir-siluet/ev-içi karşıtlığı, bir noktadan sonra illüstratif bir dekor haline geliyor. İzleyici, karakterin iç sıkışmasını paylaşmak yerine, “saygı duymakla yetinmeye” itiliyor. Bu saygı, sinema duygusuna değil, kültürel mirasa duyulan saygı: yani, anlatının kendi omuzlarına yüklediği ağırlığı, biçimsel maharetle değil, sembolik otoriteyle taşıyor.

Politik okuma: Kedi kimin meselesi?

Filmin en zeki düğümü, kedinin bir “emanet” olarak dolaşıma sokulması. Ama soru şu: Neden emanet hep aşağılara, “hizmet” katına doğru itiliyor da, eşitler arası bir sorumluluk paylaşımına evrilmiyor? Bu, sınıfsal aidiyetin kırılmadığını, yalnızca dramatize edildiğini göstermez mi? Kedi, bir sevgi nesnesi olduğu kadar “terbiye taşınabilir mi?” denemesidir. Taşınmıyorsa, film bize aslında neyin yasını tutturuyor: bir kadının mı, bir sınıfın mı?

Bugünden bakınca: Zamanı mı geçti, yoksa tam şimdi mi tartışılmalı?

“Hanım”, değişen İstanbul’a yazılmış bir ağıt olarak hâlâ etkileyici; ama bugünün seyircisi için tartışma burada başlıyor. Nostaljiye sığınmanın, güncel eşitsizlikleri görünmez kılma riskini göze alıyor musunuz? Kenter’in büyük performansına ve Refiğ’in ödüllü rejisine hayran kalıp çıkabilirsiniz; yine de şu soruyu cebinize koyun: Bu zarafet, kimin sırtından parlıyor? :contentReference[oaicite:3]{index=3}

Provokatif sorular: Tartışmayı başlat

  • “Hanım filmi ne anlatıyor?” sorusuna “kaybolan değerler” diye yanıt vermek, bugünün sınıf ve cinsiyet gerilimlerini romantize etmek değil mi?
  • Olcay Hanım’ın “emanet” takıntısı, bakım emeğini doğallaştıran bir aristokrat refleks mi, yoksa yalnızlığın en dürüst itirafı mı?
  • Estetik nostalji, politik sorumluluğun üstünü örttüğünde hâlâ “iyi sinema”dan söz edebilir miyiz?
  • Finalde hissettiğiniz duygu, bir insanın dramına mı, yoksa bir kültürel mitin vedasına mı duyduğunuz hüzün?

Son söz

“Hanım”, etkileyici oyunculuklar ve incelikli bir mekân duygusuyla örülmüş, ama nostaljinin güvenli limanına fazla yanaşan bir film. Onu sevmek kolay; onunla tartışmak ise şart. Çünkü bazı filmler yalnızca bir dönemi anlatmaz, aynı zamanda o dönemi bugün nasıl hatırlamak istediğimizi de şekillendirir — tam da bu yüzden, sevmekle yetinmeyip sorgulamak gerekir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

şişli escort
Sitemap
https://grandoperabetgiris.com/tulipbetgiris.orgjojobet giriş